Merhaba çocukluğum, sanadır bu mektubum.
Seni özlüyorum, çocukluğum. Denenmiş her şeye rağmen çaresiz ve sessizce. Kızıyorum sonra sana, acıyorum. O kadar tutkuyla bağlı, o kadar vefayla sadık olmama rağmen, gidip dönmeyişine kızıyorum. Çok ani oldu, çok vakitsiz, çok gizemli. Bir veda bile etmedin ki. Henüz buna bir isim bulma kavgasındayken, terk edildişimi düşünüyorum. Bu sevgiye, bu bağlılığa kendini layık göremediğin için acıyorum sana. 1950 Yılında ailemin üçüncü çocukları olarak dünyaya geldim. Hemde Anne ve Babamın kız çocuk hayallerini paramparça ederek. Ben pek hatırlamıyorum üç yaşıma kadar annem beni kız çocuğu gibi giydirirmiş. Rahmetli Dedem kendi adını Ezanla okumuş kulağıma; Mehmet Tevfik, bu sebepten dolayı olsa gerek Annem ve Babam dedemin sağlığında bir türlü Mehmet ve ya Tevfik olarak çağıramamışlar beni. Dedemin yanında Memoş derlermiş bu adla çağırılmaya okadar çok alışmışımki birisi Mehmet veya Tevfik olarak adımı söylese dönüp bakmazmışım. Üç yaşımdayken Dedemin Üsküdardaki evine yaptığımız bir bayram ziyaretinde beni alarak Yeni mahalledeki berber Manola götürüp saçlarımı kestirdiğini anlatırlar; çok üzülmüş ve ağlamışım. Omuzlarımdan aşağı dökülen lüle lüle saçlarım kolalı kurdelemi hiç hatırlamıyorum sadece resimlerde görüyorum kendimi… Hatırladıkça seni, imrendiğim de oluyor. Hani yeni alınan bir oyuncağa kanıp, daha önce alınmış bütün oyuncaklarını gözden çıkarırdın ya. Zaten sadece bir çocuk yeni bir oyuncak alındığında kendisine, eskisini gözü görmez olur. Zaten değer bilmezlik çocuklara özgüdür. Bunu en güzelinden, en uysalından yaşayabiliyordun. Oysa ben, seninle olduğum günler gibi birçok kez hayatımı sıfırlamayı düşündüm. Herşeyi yıkıp yeniden başlamak; alşkanlıklarımı, duygularımı, hayatıma eşlik eden her objeyi, her nesneyi, her bireyi tamamen değiştirmek. Okumaya devam et